Birinin sizi çözüyor olması, sizi de tedirgin eder mi? Beni eder! Sen hiç üşenme yıllarca bağla, yıllarca bağla, -kendini. Sonra gelsin, bi cüret.. Neyse.. Benim de olayım bu belki! Kendimi içime içime sarmak bir yumak gibi, dolanmak kendime sonra. Zaten insan kendi iplerine dolanmayacak da kimin iplerine dolanacak bu hayatta?
Anlaşılmak var bir de! Tedirgin edici. Anlaşılmak için çırpınıp duran insanların tersine, kimse beni anlamıyorculardan olmayıp, “anlamayın bi zahmet,” diyebilmek için sırf, sırf bu yüzden belki..
Bir de gereksiz sohbetlerden uzak tutmak adına tabii kendini. Ne kadar az kişi, o kadar iyi. Ne kadar az cümle, o kadar iyi. Biraz da üşenmekten laf aramızda; anlamaya birini, anlatmaya kendini..
Laftır söyleriz o ayrı, cümledir yazarız. Ama aslında, topraklarımıza girmek, içimize sızmak, bağımıza bahçemize kurulmaktır, anlamak bizi. Kabuklarımızı kaldırmak, duvarlarımızı yıkmak, kalelerimizi düşürmektir, potansiyel olarak.
Susmaya eğitiriz o yüzden kendimizi. Sorulara ilgisiz, cevaplara ilgisiz, yergilere ilgisiz, uzun tartışmalara, ihtiyaç fazlazı konuşmalara kapalı, falan..
Biri tarafından anlaşılmak bir ihtiyaç değildir zaten artık. Gerekmez yani. Birini anlamaya çalışmak da bir çeşit yorgunluktur. O da gerekmez.
Derken; Konuşmayı unuturuz!
Gerçekten ama! Ama gerçekten! Haklı da olsak susarız, üzülsek de susarız, coşsak da susarız, susarız da susarız. “ee…, aaaa, yaaa, ebek, gübek,” falan derken buluruz sıklıkla da kendimizi.
Sonra anlarız şairi, ne demişti; “Bazen susmak gerekir duymak için.”
Ne demişti; “Sus gönlüm, O’nun geleceğini görünceye kadar, acının bala dönüştüğünü fark edinceye kadar, O’nun gönlünün senin gönlüne muhabbet düğümüyle bağlandığını görünceye kadar sus..”
Ne demişti ne; “Sebepler var edilinceye, bahaneler oluşuncaya, birbirinizin nasibi oluncaya kadar sus..”
Sessizliğin içindeki sesi duymayı bekleriz sonra. O konuşur olur sen gerçekten sustuğunda. Öyle güzel bir muhabbettir ki bu, artık kimseyle konuşmasan da olur.
Ama öyle bir alışırız ki sessizliğe, şaşırır oluruz artık mesela bir köpek biraz uzatsa havlamayı sokakta, bir kedi can havliyle miyavlasa, bir araba tekerleklerini yaka yaka geçse caddeden, biri bağırsa yüksek yüksek tepelerden, bir saksı düşşe balkondan yürürken önümüze küt diye!
O dingin, o dengeli, o huzurlu sese o kadar alışmışızdır ki, ve o kadar yabancılaşmışızdır ki dışarıdaki seslere zaman içinde, fazlası bozar artık bizi.
Ve olur da, bir sebep, bir vesile, bir şey olur da işte, konuşurken bulursak kendimizi öyle daldan dala, öyle çocukça dökülürken, -dökülmek düşürmektir kelimeleri biraz pervasızca, neyse işte bıdır bıdır konuştuğumuzu fark edince, bir telaş çekiliriz geriye, “Aaa.., diye!
Sanki olmuşuz rezil:)
Ama öyle işte.
Buraya uçarak gelmedik nihayetinde. Geldik işte; istesek de, istemesek de bi şekilde. Dolayısıyla durumumuz bu’dur.
Aceleyle sağlamasını yaparız ne konuştuk, ne dedik, aştık mı edep dairesini, taştık mı kendimizden, ele verdik mi mahremiyetimizi vesaire, vesaire.. Baktık olmuyor, ki olmaz artık öyle bıdır bıdır..
“Sus gönlüm,” deriz, “sus!”
“Bir elif miktarınca..”